Geçtiğimiz günlerde Türkiye üzerine sohbet ettiğim Güney Koreli bir akademisyen arkadaşıma, içinde bulunduğumuz buhranı anlatmakta epey zorlandım. Ancak zorlandığım bir başka durum da, Güney Kore’deki son gelişmeler oldu. Meğerse asıl buhran oradaymış.
Tarih kitaplarının farklı şirketler tarafından hazırlanıp Eğitim Bakanlığı’nın onayına sunulduğu Kore’de ilginç bir tartışma meydana gelmiş. İktidar partisi tarih kitaplarındaki anlatım karmaşasını gidermek için tek bir kitap türünün okullarda okutulması hususunda yasal girişimlere başlamış. Muhalefete göre, iktidarın bu girişimi yeni nesilleri ideolojik bir kalıba sokmayı amaçlıyor. Tartışmanın en önemli kısmı ise, ilk cumhurbaşkanı Lee Seung Man ve Kore’yi ekonomi ve teknolojide dünya devi haline getiren cumhurbaşkanı Park Chung Hee gibi isimlerin yeni kitaplarda kahraman ilan edilecek olması ile ilgili.
1961’de askeri darbeyle yönetime gelen Park Chung Hee, yoksullukla boğuşan Güney Kore’yi, uyguladığı ekonomi programlarıyla kısa bir süre içinde kalkındırmış ve bugünkü ilerlemenin önünü açmış bir isim. Yönetime geldiği dönemde ekonomide Afrika ülkelerinin gerisinde bir ülkeyle karşı karşıyaydı. Güney Kore’yi ilerletmesi yönüyle tanıdığım bu ismin Korelilerce kahraman ya da asrın lideri olarak anılması gerektiğini düşünüyordum. Sonuçta büyük şeritli yollar yapmakla kalmamış, ülkeyi devasa kalkınma hamleleriyle gerçek bir başarıya ulaştırmış bir liderdi.
Ancak yapılan yollar, kurulan fabrikalar ve ülkenin yükselen yıldızı bu ismi ne asrın lideri yapmış ne de milletin adamı. Tarih kitabı tartışmalarına mana veremediğim için bu konuyu arkadaşıma danıştım. Bu kadar büyük hizmetler yapan, ülkeyi hak ettiğinden fazlasına kavuşturan bu liderin tarih kitaplarında kahraman olarak anılmasının neden yanlış olduğunu sordum. Aldığım cevapla, Korelilerin yapılan yollar ve kurulan fabrikalardan ziyade insana insanca muamele eden bir yönetime daha fazla saygı duyduğunu anladım.
“İnsan Hakları Ekonomiden Daha Önemli”
“Diktatör Park” diyerek söze başlayan arkadaşım, bu liderin kahramanlaştırılmasına şiddetle karşı olduğunu belirtti. Şaşırdım, çünkü diktatör olsaydı halkı için çalışır mıydı?
Arkadaşım, Park Chung Hee döneminde ekonominin yükselişine paralel olarak insan haklarında yaşanan sorunların kendisi için daha önemli olduğunu anlattı. Meydanlara inerek hak talep eden halka uygulanan baskı ve şiddet, takip ve soruşturma, jurnalleme, medyaya sansür gibi eylemlerin halkta travma oluşturduğunu söyledi. Zamanla gücünü elde tutma ve sonuna kadar koltuğunu bırakmama sevdasına kapılan bir liderin saygıyı hak etmediğini belirtti.
Meseleyi biraz irdeleyince arkadaşımın yaklaşımlarını anlamak mümkündür. Park döneminde ülkedeki ekonomik ilerleme yolsuzluk ve israfı da beraberinde getiriyor, yönetim kendi yandaş grubunu oluşturuyordu. Demokrasi askıya alınıyor ancak “Ekonomiyi ilerletiyoruz, daha ne yapalım?” deniyordu. Kendi dönemindeki anayasa ile gücünü sonuna kadar artıran Park’ın zamanı gelince bu anayasanın işlevini yitirdiğini ve ülkenin yönetim sisteminin çalışmaz hale geldiğini söyleyerek yeni bir anayasa girişiminde bulunması da, diktatörlüğünü artıran etkenlerdendi. Japon İmparatorluğu’nun Meiji Restorasyonu’na özenen Park, bölgede pek çok tehdidin bulunduğunu söyleyerek ülkede olağanüstü hal ilan etmiş, kendisi giderse ülkenin kaosa sürükleneceğini söylemiş ve Yuşin Anayasası olarak anılan bir düzenlemeyi 1972’de referanduma götürmüştü. O dönemki halk ise yaşanan her türlü soruna rağmen yüzde doksan oranla bu düzenlemeyi kabul etmiş ve Park’ı kendi elleriyle “kanuni diktatör” yapmıştı. O da, 1979’da öldürülene kadar gücünü korumuştu. Ancak bugün gelinen noktada ülkenin o dönemki sorunları dikkatle inceleniyor ve herkes hak ettiği sıfatla anılıyor. “Bizi eziyor ama çalışıyor” gibi bir anlayış ise aptalca karşılanıyor.
Türkiye olarak bu ülkedeki bu tür gelişmeleri anlamamız zor olabilir. Çünkü dinamikler ve anlayışlar farklı. Türkiye’deki askeri müdahaleler her zaman ülkenin geri kalmasına yol açmış ve milletin nefretini kazanmıştır. Kalkınma ve diktatörlük arasındaki bağlantı coğrafyadan coğrafyaya değişebilir. Türkiye olarak pek çok ülkeden daha şanslı olduğumuzu unutmamak lazım. Ülkemizin demokrasi geçmişi, tecrübeleri ve kurumların sağlamlığı bir çok ülke tarafından örnek gösteriliyor. Gidilecek yok fazla olsa da, sahip olduğumuz feraset ve pratiklik dünyada çok az ülkede var olan özelliklerdir.
Mehmet Fatih Öztarsu